“Biz bu ülkede yolcu değil, hancıyız. Elhamdülillah dimdik ayaktayız. Emri hak vaki olana kadar da yine burada olacağız.”
Başkan Erdoğan bu cümleleri sarfettiği sıralarda bazı küçük gruplar Taksim ve çevresinde bir anma niyetindeydiler ama çoğu kendisini gözaltında buldu.
Gezi Parkı protestolarının 12’nci yıldönümünde, AKP dönemi ve Türkiye siyasetinin bu en belirleyici gelişmesinin, kırılma anının sonuçlarını tartışıyor olmamızda hiçbir tuhaflık yok. Türkiye, Erdoğan’ın ısrarla çizdiği yoldan sapmadan bir Azerbaycan modeline doğru ilerleyişini sürdürüyor.
Bugün toplumu çaresizlik, panik ve öfke sarmalında hapseden kaos ortamının tohumları o günlerde atılmış, siyasi ve ekonomik aktörlerin davranış kalıpları daha o günlerde, 12 yıl önce, istikameti haber vermişti.

Orada tuhaflık yok ama bana tuhaf gelen, 12 yıl önce tetiklenen süreçte sadece iktidarın payını görüp kendi payını inkar eden siyasi muhalefetin şaşkınlığının, analiz yoksulluğunun ve reflekslerinin, yaşanan nice artçı kırılmalara ve fırsatlara rağmen hala sürmekte oluşu.
Varlığını genişçe bir sosyal mutabakata dayalı olarak sürdüren, akılcılıktan henüz kopmamış, ama ta başından beri sırtını ittifaklara dayalı olarak ayakta kalan bir liderliğin, dereyi geçerken at değiştirmenin bu siyaset kültüründe ne kadar kolay olduğunu kavradığı andır Gezi. Reformcu sosyal ve liberal demokratlarla yürüyen dış destek o noktada çöktü.
Geniş bir kentli kesim, liderin ne temel hak ve özgürlükleri, ne demokratik itiraz yollarını, hele Kopenhag ve hatta Maastricht kriterlerini dahi asla kabul etmeyeceğini o noktada kavradı.
Bunu Gülenciler desteğinde kurulu olan ittifak yapısının gümbürtülü çatlayışı izleyecekti. 17-25 Aralık’ta su yüzüne çıkan, ama gözükara bir tavırla örtbas edilen yolsuzluk dosyaları bir ittifakın bitişini, ardından eski düşmanı dost kılma hedefli bir yaklaşımla yeni bir ittifakın imarını haber vermekteydi.
Başarıldı. Gene o ittifakın tabiatı gereği, neticesinde fayda görülmeyen Kürt Barış Süreci de hüsran ve acıyla sonuçlandı. Ama esas faydası 2016 ucube darbe teşebbüsü ardından devlet içi tasfiye ile rejime sadık kadroların kitlesel istihdamında görüldü. 2017 referandumu ile aşırı merkeziyetçi, diktatoryal yapının unsurları yerli yerine oturtuldu.
Tutmuştu bu Türk-İslam ittifakı. Rubikon — yani Üsküdar — atlarla rahatça geçildi. Bundan sonrası düzlüktü, Malazgirt ve ötesine, Kafkasya ve Orta Asya’nın özlenen ortamlarına doğru.
Peki Türkiye bütün bunları yaşarken, haydi seçmeni zihin tembelliği yüzünden olup biteni kavrayamadı diyelim, ana-muhalefet CHP ne yaptı? Meşguliyetinin stratejisi var mıydı, varsa neydi? 12 yıllık dönem sonunda bugünlere gelinmesindeki payı konusunda bilinmesi gerekenler neden hala inkarcılıkla karşılanmakta? “Payı var ve büyük,” diyorsak (ki bunu yakın gelecekte parti içinden daha çok duyacağız), bugünü anlamamız daha kolay olmayacak mı?
2022 ve öncesindeki hatalar silsilesini de bir yana bırakalım.
Şayet İmamoğlu Mayıs 2023 genel seçimleri öncesinde cesaretini toplayıp adaylığını ilan etseydi, şayet büyük yenilginin hemen ardından Kılıçdaroğlu oyalanmadan istifa etseydi, şayet o durumda Özgür Özel parti başkanlığı yolunu Ekim kurultayında İmamoğlu’ya açsa ve genel sekreter olmayı seçseydi, böyle bir tablo içinde İmamoğlu hem parti hem de belediye başkanı olarak işine odaklı, dikkatli bir siyaset yürütseydi, acaba bugünler yine böyle yaşanır mıydı?
Bunları burada sorular olarak bırakayım.
Cevaplarını, düşünenler bulsun ve yüzleşsin.
Şu anki noktada hayli yaşlanmış, yorgunluk emareleri artmış iki liderin ortaklığında hız kesmeden ilerleyen Türk-İslam Sentezi ittifakının otoriterleşmenin nihai safhasına ulaşmak için bir “ek ittifaka” ihtiyacı olduğu, bunun nuygulamaya konduğu gayet açık.
Ortam gayet müsait, çünkü siyasi aktörlerin ezici çoğunluğu için taktik içgüdüsü ve faydacılık, oyun alanını ferahlatmakta.
Sonbahardan bu yana sergilenen Cumhur koreografisi, biri merkezcil, diğeri merkezkaç iki paralel hareketle şekillenmiş durumda. Bir yandan dikey bir girişimle, üstelik elini taşın altına hiç sokmadan (mesela MHP’nin yapması gereken parti ziyaretlerini DEM’e yıkıp sorumluluktan tamamen kaçarak), uzaktan kumanda ile Kürt siyasal hareketini mevcut iktidarın bekası için, merkezcil adımlara “ikna etmek”. Bu şu ana kadar zor görünmemekte.
Öbür yanda da merkezkaç dinamik gelişme halinde: Erdoğan karşısında hoşnutsuz toplumsal muhalefetin umudu haline gelmiş bir belediye başkanını Demirtaş benzeri bir modelle siyaset dışı kılmak, bağlı olduğu ana-muhalefet partisini medya ve bürokrasinin ezici desteğiyle pasifize etmek, parçalayarak etkisini ebediyen kırmak. Olmadı, basıncı artırarak, liderliğini “biz ettik sen etme” seviyesine indirip, yine iktidarın bekasına katkı sunacak bir uzlaşmaya sürüklemek.
Bütün bunlar gün gibi aşikarken şunu da net olarak görmek mümkün: Kaos — veya girdap da diyebiliriz — öyle yoğun ki, muhalefetteki siyasi aktörler hala büyük resmi görmekten, “acaba aynı resmi mi görüyoruz?” diye kendi aralarında bir arayışa girmekten acizler.
DEVA lideri Ali Babacan da onların arasında olabilir. Ama en azından onun geçenlerde DEM Parti’nin “ülkenin gidişatı” ile ilgili sözleri dikkate değer: “Konuştuğumuzda resmin sadece küçük bir kısmını görüyorlar, gerisini onlar da bilmiyor” diyordu Babacan.

Agrandissement : Illustration 2

Diğer taraftan İBB tevkifatının çapı genişliyor. CHP kurultayının yok hükmünde sayılacağına, hatta kimileri milletvekili bazı önde gelen siyasilerin (9 kişi) siyaset hayatının sona ereceğine dair tahminler iyice güçleniyor.
Hal böyleyken CHP yandaşı fikir ve akademi erbabının birbirine düşmesi, makro analizleri bırakıp detaylarda boğulması, bir kısmının kısır legalizme kilitlenmesi, işlerin Erdoğan’ın tam da istediği yönde gelişmekte olduğunun net işaretleri.
Daha da hazini, toplumsal muhalefetin seçkinleri Erdoğan’ın “siyaseten hayatta kalma” refleksinin canlılığını, stratejik zekasını, rakiplerinin zaaflarını kullanma maharetini, kısacası becerisini hala küçümser olması. O yolunda ilerlerken, bir kesim ise ısrarla “Erdoğan’ın sonunun geldiği” iddiasında.
Acaba öyle mi? Dilekler ve hakikat her zamanki gibi çatışma halinde mi?
“Yolun sonu” tezleri ikna edici mi?
“Bugüne kadar Erdoğan’ın her hamlesinde kendi ayağına kurşun sıktığı değerlendirmeleri sıkça yapılmasına rağmen neredeyse çeyrek yüzyıldır gittikçe kuvvetlenen bir Erdoğan iktidarı altında yaşıyoruz. Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ilişkin, kusursuz olmamakla birlikte kendi ikbali açısından çok yetenekli bir siyasal aktör varsayımı yapmak güvenli olur” diye yazıyordu akademisyen Doç Alper Yağcı, geçenlerde yayınlanan dikkate değer bir makalesinde.
Bir açıdan bakıldığında, yaşlanma hali ve finansman zorluklarına — yani iktidarı sallama potansiyeline sahip “biyolojik” ve “ekonomik” muhalefet unsurlarına — rağmen işlerin Erdoğan-Bahçeli ikilisinin canını sıkmadığı açık Kürt siyasal hareketi kendi stratejik beklentileri ile sınırlı bir pozisyona çekildi, CHP cenahı ise partinin genetiğindeki tüm marazları bir kez daha kanıtlarcasına bir yeni iç çekişmenin kısır döngüsüne gömüldü.
Yağcı’nın yazısındaki şu iktidar tablosu net:
“Asker, polis, yargı, iktidar partisi ve medya neredeyse tek elden yönetilmektedir. Sermaye elitinin önemli kısmı aynı doğrultuda disipline edilmiştir. Ayrıca eskiye göre iç siyaset üzerindeki dış kısıtların etkisi zayıflamıştır ve istikameti belirsizdir. Böyle bir durumda, iktidar yapısı, bir eliyle serbest siyaseti kısıtlamaya yönelik bir müdahale geliştirirken, olası ters tepkilerin örgütlenebileceği noktaları da diğer eliyle kapatmaya yönelik koordinasyonu gösterebilir. En azından bunu planlı biçimde yapmaya çalışıyor.”
“2025 başından beri iktidar adına bürokrasi eliyle yapılanlar, iktidarı terk etmenin maliyetini çok artırmış durumda. Bunun baştan böyle planlanmış olduğunu zannediyorum. Siyaseti bu kadar sertleştirdikten sonra kaybeden bir grup, sert sonuçlarla karşılaşacak. Bu da, o sonuçlarla karşılaşmamak için, ne yapılıp edilip seçimlerin iktidar lehine sonuçlandırılacağını düşündürüyor. Devlet bürokrasisinin, özellikle de yargının iktidarın siyasi amaçları için bu kadar araçsallaştırılması, ne yapılıp edilebileceğini tüm oyunculara gösterme işlevine de sahip. Zaten bu yüzden saklamadan, gösterişle yapılıyor.”
Peki, bir yandan DEM’in önünü (rızasını alarak, hatta gönüllü kılarak) açarken, tam da aksi istikamette CHP’nin şeytanlaştırılmasına gerek var mıydı? DEM “gerginliği azaltın ki, konuşma ortamı doğsun” diye en azından mırıldanıyor, ama bu tür çıkışların hiç etkisi yok. O halde?
“Lüzum şu iki sebepten görülmüş olabilir,” Yağcı’ya göre. “Öncelikle, öyle bir senaryoda da, nispeten serbest bir seçim olduğu sürece kuvvetli bir muhalefet adayı karşıda bulunacaktı. İkinci olarak, ana muhalefetin baskılandığı mevcut durum Kürt hareketi vb. aktörlerin pazarlık alanını kısıtlayarak onların tercihini de şekillendiriyor.”
Katılıyorum. İktidarın başından beri, yani 19 Mart “darbesi”nin hemen ardından, gençlerin öncülük ettiği protesto dalgasının baskılanarak söneceği hesabını yaptığı kanaatindeydim. Öyle oldu. Heyecan dalgası gençlerin büyük ölçüde çekilmesiyle enerjisini kaybetti. Onun kadar önemlisi, ala valayla ilan edilen ve katılımı yüksek olan boykot kampanyası da bitti.
CHP mitingleri partililerin katılımıyla nefes alıp vermekte, ama daha düşük dozda.
Medyanın sıkı denetimi, bu tepkilerle ilgili kamuyu bilgilendirmeyi son derece cılız tutmaya yetmekte.
Evet, anketler İmamoğlu’nun hapse atılmasının kabul görmediğini gösteriyor, ama bu tepki sadece zihinlerde tortulanıyor ve sadece sandığa odaklı bir tavırla zamana yayılırken aslında iktidara daha fazla hamle imkanı sağlıyor.
“2023 seçimlerinin çok önemli olduğu, mevcut iktidarın o seçimi kazandığı taktirde mutlak hakimiyetten vazgeçmesinin zor hale geleceği saptamaları sıklıkla yapılmıştı. Ben o saptamalara katılıyorum ve yeni yönetim altında gösterdiği dirayete rağmen ana muhalefet adına çok iyimser değilim. Yine de son sözü halk söyleyecek—kendi seçtiği koşullar altında değil, geçmişten aktarılan koşullarda,” diye yazmış Yağcı.
Bir bakıma “artık herşey için çok geç, muhalefet fırsatlarını heba edip durdu” denebilir. Bu tespit güçlü ve haklı çıkmaya aday. Çünkü siyasi muhalefet içinde iktidarın yarattığı hasar, ve kazandığı hakimiyet, Erdoğan’ı çok daha fazla kararlılığa yönlendirdi. Bunca görev suiistimali, keyfiyet ve ihlalden sonra ne onun suhuletle iktidarı demokratik yollardan devretme lüksü kaldı, ne de onu siyaseten destekleyenlerin böyle bir seçeneği var. Erdoğan “yolcu değil, hancıyız!” derken bunu anlatmaya çalışıyor.
Kaldı ki, belki de yaşlanmanın verdiği ivmeyle Erdoğan, bir nevi Abdülhamid-Talat karması olan yeni tekçi yönetim modelini tam olarak yerleştirmek için acele ediyor. Ne yazık ki bu hızlanma geniş bir kanaat önderi kesimi tarafından “korku” ile açıklanıyor. Bence ilgisi yok. Olsa olsa, kararlılık ve gözükara bir ceseretle ilgisi olabilir. Erdoğan’ı tanıyanlar, bu tür süreçlerden korkmadığını iyi bilirler. Ama maalesef bu “korkuyor” hurafesi bulaşıcılık kazanmış durumda.
Aday olacak ve yeniden kazanacak. Hoşa gitmesinin veya gitmemesinin bu bağlamda önemi yok. Bu bir vakıa.

Agrandissement : Illustration 3

CHP kendisini Saray ile bir “vazgeç, gel anlaşalım” pazarlığı içinde bulabilir mi?
Böyle yaparsa — ki mümkün — kendi siyaset alanını kısıtlamayı kabul edecek ve seçmen nezdinde ışığı sönecek demektir.
Muhalefetin asıl yapması gereken, nedir? Ekonomideki tepetaklak gidişata odaklı, uzun vadeli bir stratejiye yönelmek, siyaseten çok sabırlı olmak. Öfke kontrolünü sağlayıp tabanın geçmişten derslerin çıkarılacağı bir süreçte güçlendirileceği, yaşlıların arka plana çekilip gençlerin siyasete hazırlanacağı bir uzun mesafe koşusuna hazırlanmak. Yani toplumsal muhalefeti siyasal muhalefete tahvil etmek, siyaseti bir avanta/ikbal aracı olmaktan çıkartmak, tuzu kuru kodamanlarından kurtarmak.
Şu çok net: 2028’e kadar dönem sanılandan da sert geçecek.
Bundan sonrası tufan.
Hedef Azeri usulü bir yönetim modeli ise, Venezuela veya Belarus diktatörlerinin muhalefeti nasıl hiçleştirdiğini incelemek faydalı olabilir.