Türkiye’nin dış politikasının iç politikasına yüzde yüz endeksli olduğuna hiçbir şüphe yok. İkincisi, ilkinin türevi. İçerde sürekli didişen aktörlerin davranış kalıpları da aidiyet taşıdıkları kimlikler kadar, “tribünler ne der?” kaygıları üzerinden yürüyor. Yürüyen söylemde geleneksel inat ve “ak-kara” zhniyetinin de önemli rolü var.
Öte yandan, aynı parametreler üzerinden mevzilenmiş, her iki tarafta da iyice partizanlaşmış medya da bu manzaranın aktif itici gücü halinde. Bakın Suriye konusundaki şu örnek trajikomik: İktidar yandaşı medya PYD/YPG’den bahsederken başına özenle “terör örgütü” sıfatını yerleştirirken, “sol-laik muhalif” medya aynı şeyi “terör örgütü” diyerek HTŞ konusunda yapıyor. (Oysa bunu haberler içinde bir yerde “Türkiye’nin terör örgütü olarak gördüğü” veya “BM’nin terör örgütü listesinde bulunan” gibi ayrı cümlelerde ifade edebilirler.)
Değişmez gibi görünen bu mevzilenme dolayısıyla da kamusal tartışmada her zamanki gibi cehalet, düşünsel demodelik, çifte standartlar ve komplo teorileri içiçe geçmiş durumda. Bunun sonucu da, özellikle TV ekranlarını bulandıran muazzam bilgi kirliliği ve çoğu dayanaksız yorumlar.
Neyse. Bu, ülkenin “yeni normali”.
Öyle olduğu için, Türkiye’de siyasi elitin hem kendisinin hem de seçmenin “sersemletilme” hali de “normal”.
Şimdi gelelim HTŞ ve irili ufaklı müttefik gruplarının Suriye’de 54 yıllık Esad hanedanını çökerten, dibine kadar krize bulanmış ülkede (ve toz duman olmuş bölgede) yeni bir sayfa açan hamlesinin Türkiye ilgili boyutlarına.
Bu aşamada son durumu ve sonrasını açık kaynaklardan gelen verilere dayanarak toparlamakta yarar var.
Sorular büyük: “HTŞ hamlesini kim tetikledi?”, “Esad rejiminin yıkılmasıyla kim kazandı? Türkiye mi, İsrail mi?”, “Suriye’nin makul bir yönetim evresine geçmesi mümkün mü?”, “Türkiye yönetiminin Kürt siyaseti bu süreçte aynı mı kalacak, değişecek mi?”, “Trump yönetime geldikten sonra, Suriye’nin komşu aktörlerini neler bekliyor?” Vesaire vesaire.
Başa saralım, ama uzak geçmişe değil.
Malumunuz, Gazze’de kan gövdeyi götürürken, AKP-MHP ittifakı Meclis’te 9 Ekim’de İsrail konulu “kapalı oturum” düzenlemişti. Ama buradan hiçbir şey çıkmadığını, “yeni hiçbir şey söylenmedi” diyen CHP lideri Özel’den biliyoruz. Derken, 22 Ekim’de MHP lideri Bahçeli’nin Öcalan çağrısı geldi. Heyecan ve deşifre dalgası, gürültü patırtı arasında Başkan Erdoğan’ın da 30 Ekim’de “İnşallah önümüzdeki dönemde milletimize, hem boydan boya tüm güney sınırlarımızın güvenliğini hem insanımızın can ve mal emniyetini garanti altına alacak yeni müjdelerimiz olacak” diye biten X mesajı da arada kaynadı, anlaşılmadı.
Oysa tüm bunlar, “gelmekte olanın” belirgin işaretleriydi.
Erdoğan dün Erzurum’da şu sözleri sarf ederken bu yüzden haklı olabilir:
“Akla ziyan komplo teorileri üretiyorlar. Neymiş, Suriye'nin arkasında emperyalist güçler varmış. Esed'in devrilmesi Türkiye'nin çıkarlarına aykırıymış. Bunun gibi bir sürü zırvayı arka arkaya sıralayarak, siyaset yaptıklarını zannediyorlar.”
Geçenlerde FP’de iki Ortadoğu uzmanının yayınladığı bir makalede, kimliği açıklanmayan Amerikan resmi kaynaklarının şu tespitini okuduk: Erdoğan uzun bir süre Esad’a el uzattı, ama karşılığında “askerini Suriye’den çek” önkoşulu gelince sabrı taştı ve makaledeki ifadeyle, “HTŞ ve SMO’nun sınırlı bir operasyon düzenlemesine onay verdiğinde, durum tam da bu şekildeydi. Bu operasyonun amacı, Şam’a baskı uygulayarak normalleşme konusunda daha yapıcı bir tutum benimsemesini sağlamaktı.
Erdoğan ve danışmanları, bu hamlenin Türkiye’de yaşayan milyonlarca Suriyelinin—birçoğu Kürt—ülkelerine geri dönmesinin önünü açacağını düşünüyordu. Ancak sınırlı olarak planlanan operasyon, Esad hanedanının sonunu getiren bir ‘felaketvari bir başarıya’ dönüştü.”
Burada başarı ile felaketi bir arada sayan ifade, aslında, muhalif güçlerin hareketini tetikleyen kişi olarak gösterilen Erdoğan’ın, beklemediği/hesap etmediği bir durumla yüzyüze gelmesiydi. Makalenin temel tezi de bu: Türkiye önayak olduğu yeni durumun “sahibi” durumunda; onun üzerine kaldı.
Bu iddia doğru olabilir. Olmayabilir de. Dolayısıyla, HTŞ hamlesini eğer tetiklediyse, Erdoğan’ın Esad rejiminin çökmesine şaşırmak bir yana, sevindiği düşünülmeli. Sadece ülkedeki en az dört milyon Suriyeli mülteciye geri dönüş yolu açıldığı için değil.
Erdoğan ve ekibinin daha uzun vadeli planlar yapmış olabileceğini de düşünmek gerek. O da şu: ABD seçimlerinin sonuçlanmasından Trump’ın görevi teslim alacağı 20 Ocak’a kadar sürmekte olan ara dönem, Suriye’de iki iddialı bölge aktörünün yeni dönemde ABD ile pazarlık için olabildiğince atak hamle yapmasını gerektiriyor. Hem Netanyahu hem de Erdoğan, Trump ile kişise düzeyde aynı dalgaboyunda oldukları kanaatindeler. Yönetim tarzları da büyük benzerlikler taşıyor.
Netanyahu’nun da Gazze ve Lübnan ardından, ezeli düşmanı rejimin buharlaştığı Suriye’ye dalması da aynı mantığın ürünü. Şimdi iki yönetim de Suriye’den parça koparmak, ve kontrol altında tuttukları parçalarda olabildiğince uzun süre kalmak için mevzilenmekteler. Şunu da eklemek gerek, şu ana kadarki tüm gelişmeler İsrail’in çıkarlarına hizmet ediyor; Gazze unutuldu, Esad’ın çöküşünün şoku Netanyahu’nun yeni hamlelerini de rahatlattı.
Yani sürecin “kazananı” Türkiye değil, İsrail.
Agrandissement : Illustration 1
Değişen birinci durum Suriye’de Baas rejiminin çökmesi ise, bunun ürettiği en önemli sonuç, ittifak dengelerinin kökten değişiyor olması.
Türkiye-Rusya-İran zeminindeki Astana Üçgeni Esad’la beraber buharlaştı. Bunun yerine şimdi (perde arkasında) bir tür ABD-İsrail-Türkiye üçgeninin olasılık olarak belirdiği, ama henüz netleşmediği bir durum var.
Bu üçgen ölü de doğabilir: ABD ile İsrail’in Suriye’deki seküler Kürt milis yapılanması konusundaki anlayış birliği ile Türkiye’nin “terör örgütü PYD/YPG” konusundaki geleneksel duruşu taban tabana zıt olmayı sürdürüyor. (Ama dinamik oluşturacak bir başka faktör var, o da yazının son bölümünde.)
Gerek Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın NTV’deki ayrıntılı argümanlarından gerekse en son olarak Savunma Bakanı Yaşar Güler’in sözlerinden Suriye’nin kuzeydoğusundaki özerk Kürt yapılanması ve SDG’nin askeri omurgasını oluşturan — 100-120 bin milis gücü barındıran — YPG’nin topyekun tasfiye edilmesinin “mutlak kırmızı çizgi” olarak kalacağını anlıyoruz. Fidan YPG’nin üç aşamada, komuta kademesinden başlayarak kendisini feshetmesini, etmezse (zorla) “feshedileceğini”, silahlarını bırakmasını koşul olarak öne sürüyor. Fidan’a göre HTŞ de aynı fikirde ve “telkinler” sürüyor.
Güler de benzer bir ifade kullanıyor: “Yeni dönemde Suriye'de PKK/YPG terör örgütü er ya da geç tasfiye edilecek. Bunu hem Suriye'deki yeni yönetim hem de biz istiyoruz.”
Bu hiç kolay olmayabilir. Güler’in kastettiği “yeni yönetim”, aslında Mart’a kadar Suriye’deki yeni yönetim oluşumunun paydaşlarına koordinasyon sağlayacak süreci şekillendirmekle görevli bir “geçiş hükümeti”. Şimdiden bu geçici yapıdaki HTŞ ağırlığının orantısızlığı şüpheleri yoğunlaştırmış durumda.
Kaldı ki Türkiye dışındaki güç odaklarının HTŞ’ye bakışında gölgeler yerli yerinde durmakta. HTŞ lideri El Colani’nin (Ahmed el-Şaraa) Cuma günkü Şam konuşmasında gelinen noktayı “Suriyelilerin zaferi” değil de, “İslam’ın zaferi” diye nitelemesi, Kudüs’ün “hedef” olduğunu söylemesi de şüphelere yenilerini eklemiş durumda.
HTŞ öyle veya böyle müzakereleri yönetecekse bile, “geçiş hükümeti”nin SDG ile iyice konuşmadan, Kürt temsilinin ülkenin geleceğindeki rolünün belirlenmesinde nihai karar verici olması pek mantıklı değil. Önemli olan Mart sonrasının yol haritası. Burada da ABD ve İsrail ile Ürdün ve Suudi Arabistan’ın nasıl bir rol oynayacağı, Türkiye’nin iradesini bu süreçte nasıl dayatabileceği, kilitlenme olursa bunun sahada hangi sonuçlara yol açacağını kestirmek de mümkün değil.
Şunu biliyoruz: Türkiye, dış politikasında uzlaşmaya dayalı değil, sorunları en azından öteleyen, yokuşa süren, ödün vermekten kaçınan, “win-win” yöntemine oldum olası yabancı kalmış bir yönetim zihniyetinin etkisi altında, ki bunun arka planında arapsaçına dönmüş iç politika çekişmeleri yatıyor.
Bir katmanda mesele böyle görünüyor. Ama öyle anlaşılıyor ki, bir başka katmandaki pazarlık enerji kaynakları ve hatları konusundaki müzakerelerde, ilgili aktörlerin tavırları ile netleşecek. Buradaki çıkar dengeleri, sadece Türkiye ve İsrail’in — resmi deyişleriyle — “güvenlik kaygıları” ile açıklanamayacak kadar yüksek. Eğer bir ABD-İsrail-Türkiye üçgeni kurulacaksa, enerjide işbirliği üzerinden doğabilir.
Suriye’deki durum bu yüzden yepyeni bir litmus testi.
Bir ihtimal, ABD-İsrail-Türkiye üçgeninin Astana üçgeninin yerini alması, bir diğeri ise — işler karışırsa — Suriye’deki iç savaşın, yeni bir cihatçı dalganın yükselmesine ve “fiili ilhaklar” da dahil, ülkenin parçalanmış halinin devamına yol açması.
Bana sorarsanız, ikinci ihtimal daha kuvvetli.