Bazı temel verilere bakalım. 2024’ü geride bırakan Türkiye’de muazzam bir siyaset krizi söz konusu. Anketlerin hemen tümünde, ortalama her üç seçmenden biri “kararsız” veya “oy kullanmam” diyor.
“Ülke sorunlarını hiçbir parti çözemez” diyenlerin oranı yüzde 34.5 (Asal Araştırma).
Türkiye’yi 2023’te “Narko-Devlet” (Narco State), 2024’te ise “Başıboş Devlet” (Rogue State) diye niteleyen dış çevreler de var.
Şurası kesin: 2025’e Türkiye bir “Güvenlik Devleti” olarak girmekte.
Öte yandan demokrasi ve hukuk endeksleri içler acısı tabloyu anlatıyor. The International Institute for Democracy and Electoral Assistance (International IDEA) adlı bağımsız kuruluşun temsil, temel haklar, hukukun üstünlüğü ve sivil katılım kriterlerine dayalı 2024 Dünya Demokrasi Durumu raporunda Türkiye 173 ülke içinde 137’nci sırada, yani sonlarda.
Dünya Adalet Projesi’nin (WJP) 2024 raporu da iç açıcı değil. Etkin demokrasi, barış, adalet, temel haklar ve sürdürülebilir kalkınma gibi ölçütler üzerinden hazırlanan “Hukukun Üstünlüğü” (Rule of Law Index) listesinde Türkiye, 142 ülke arasında 117’nci sırada.
Ve ekonomi. TÜİK verilerine bakalım. Türkiye’de en zengin yüzde 20’lik gruptakilerin toplam gelirden aldığı pay 2024’te yüzde 48,1 olarak hesaplanmış. Yani ülkedeki toplam gelirin yarıya yakını 17,1 milyon kişiye gidiyor. Bu 17,1 milyon kişiden her biri ortalama gelir olarak, en düşük gelir grubundaki bir kişinin 7,7 katı daha fazla gelir elde ediyor.
Bir başka açıdan, 2002-2009 arasında oranı yüzde 60’ları dahi geçmiş olan “Orta Sınıf” artık yok denecek kadar zayıf.
Dolayısıyla hukuk tanımaz bir yönetimin keyfiliği norma dönüştürmüş ülke ortamında, demokrasinin sadece sandığı; sandıktan çıkan Meclis’in de iktidar egemenliğinde bir münazara kürsüsüne, bireysel ayrıcalık ve ilkesiz pazarlık zeminine indirgendiği; siyaseti mafya dili ve kodlamalarının şekillendirdiği; otokrasilerin dünya genelinde şahlanmaya başladığı bu dönemde öngörüde bulunmak da kolaylaşıyor.
Önemli bir gerçek de şu: Her ülkenin yönetişim ve toplumsal etkileşim biçimini o ülke toplumunun kültürü belirler. Kimi ülkelerde, ki Türkiye de aralarında, sınıfsal ve sayısal analizler, daima kültürel kalıpların güdümü altında. Özellikle Türkiye siyaset sınıfı onyıllardır çürümeyi dönemsel olarak davet eden döngüsel ve faydacı, ilkesizliğe dayalı, feodal ağırlıklı bir kültürün temsilcisi: “Demokrasi” mefhumuyla pek ilgili değil.
Şimdi dört başlıkta öngörülere geçebiliriz.
- İç politika:
2024 boyunca sansasyonel medya ve konformist muhalefet tarafından topluma zerkedilen “erken seçim” söylemi 2025’te de aynı şekilde devam edecek. Esasında bu nakarat ters tepti. Kararsız ve öfkeli seçmen oranını daha da yükseltmede etkili oldu. Şu net: Erken seçim kararını günün sonunda —yeri geldiğinde— Cumhurbaşkanı Erdoğan verecek. Dolayısıyla muhalefetin ikide bir bu söyleme sarılması sadece samimiyetsizlik ifade etmekte, çünkü mevcut sandalye dengesi 2025’te muhalefet aleyhine değişmeyecek. Tersine, Mayıs 2023 ve Mart 2024 seçimleri ardından Erdoğan-Bahçeli ikilisinin temsil ettiği “Türk-İslam Sentezi” ittifakının tutarlı biçimde muhalefeti elinde oynattığı, elindeki devlet mekanizmalarını ve medyayı son derece etkin kullandığı aşikar. Yerel seçimlerin sonucu muhalefet lehine sadece saman ateşi etkisi üretmişti.
Geriye hiçbir şey kalmadı. “Normalleşme” 2024 sonu itibarıyla bitti.
Şimdi ise gerçek gündeme girizgah yapılıyor: Başkanlık mevzuatını Erdoğan’a mümkünse (Putin usulü) ömürboyu’na göre değiştirecek anayasa düzenlemesi için Meclis içi dengelerin biraz daha AKP-MHP tarafına kaydırılması. “İç Cephe”nin Türkçesi bu. Siyasi muhalefetin içinden koparılacak parçaların çeşitli bahaneler ve mazeretlerle imtiyaz tevdiatı ve yetki paylaşımı üzerinden iktidara eklemlenmesi. Şu anda Cumhur İttifakı’nın toplam 321 vekili var. Anayasa referandumu ve (gerekirse) erken seçim için gerekli sayı 360. Suriye’de İslamcı HTŞ hamle si ardından heyecanlanan Ahmet Davutoğlu’nun “ben zaten muhalefetle birlikte değildim” söylemi, Saray’a adeta yalvarması, partisinin 10 vekili ile birlikte Cumhur’a her an geçmeye hazır olduğunu yeterince açıklıyor. Böylece 331 sandalye ile Erdoğan hedefe biraz daha yaklaşmış olacak.
Zaten şimdiden münferit geçişler de başlamış durumda. 2025’te “sivil anayasa” kelimeleri bol bol kulaklara çalınacak. yatay geçişler bu bahane üzerinden hızlanacaktır. Ama şimdiden itirazlar da sertleşti. Mesela Istanbul Barosu Başkanı İbrahim Kaboğlu’ya göre “sivil anayasa” demek “bilgi kirliliği”. Öte yandan CHP’nin yeni lideri Özgür Özel’in partisini yönetemediği, herhangi bir stratejik vizyon geliştirecek kapasiteye sahip olmadığı da iyice ortaya çıktı. Eski lider Kemal Kılıçdaroğlu ve Özel arasındaki çekişme 2025’te daha çok gün yüzüne vuracak. Bundan Ekrem İmamoğlu’nun fayda sağlayacağı da düşünülüyor, ama umutlananlar bu rejimin —her bakımdan mevcut devlet yapısıyla uzlaşmadığı takdirde— İmamoğlu’nun siyaset yapma şansını imha etme gücünü hafife almanın hüsranını da yaşamaya hazır olsunlar.
2025’te “alternatif” olarak Mansur Yavaş’ın çok daha fazla süslenip püslendiği, imajı köpürtülürek yedek kulübesinde bekletildiği bir tablo netleşecek. Genel olarak da siyasi muhalefetin seçmen tabanıyla bağlarının daha da zayıflayacağı, krizin ve kafa karışıklıklarının iktidara sürekli yeni fırsatlar sunacağı bir dönem bizi bekliyor.
- Dış politika:
AB sürecinin neredeyse tamamen dışına itilen, “üçüncü ülke” konumuna gerileyen Türkiye’nin üyelik müzakereleri bir yana, başta vize olmak üzere sürtüşme üreten tüm konu başlıkları 2025 boyunca olduğu gibi kalacak. Çünkü uzman diplomat Selim Kuneralp’in son yazısında ayrıntılarla vurguladığı gibi Ankara’da ikili ilişkilerin normalleşmesine (yani yapısal siyasi ve hukuksal reformlara) varoluşsal nedenlerle şiddetle direnmeye kararlı bir siyasi irade var.
Öte yandan Türkiye NATO ile ilişkilerinde “hem içindeyim hem de dışında” seyrini de ısrarla sürdürmekte. Bir yanda Trump’ın gelişi, öbür yanda AB içinde büyüyen kriz ve Ukrayna savaşının devamı sürecinde Türkiye-Rusya ilişkileri eskisi gibi sürecek mi? Bu, 2025’in en önemli soru işaretlerinden biri.
Doğu Akdeniz’de güç dengelerini NATO ve AB ile çekişme üreten nitelikte “zorlama hali” devam ederken, Suriye’deki durum da nüfuzunu “arka bahçe”ye alabildiğine yayma konusunda Ankara’da yeni bir iştah ve heyecan vesilesi. HTŞ’nin ani hamlesi, ötedenberi Suriye’de rejim değiştirici olma arzusundaki Türkiye yönetimini dolaylı da olsa Esad sonrası dönemin dolaylı ve fiili “sahibi” kıldı.
2025’te muhtemelen bu yeni süreci “yönetme” konusunda hayli engebeli ve gerilimli, başarısızlık ve öfke potansiyeli taşıyan günler yaşanacak. Yeni yıl karada İsrail, Ürdün, Suudi Arabistan, BAE ve Mısır, denizde ise yine İsrail, Yunanistan ve Kıbrıs’la Doğu Akdeniz’de MEB (Münhasır Ekonomik Bölge) konularında sert sürtüşmelere ve "geri tepme”lere gebe.
Ana gerilim hattının bir ucunda İsrail ve güçlü Arap ülkeleri, öteki ucunda da bir X-faktörü olarak Trump var. Erdoğan yeni başkanla yine kafa kafaya (başta ekonomi olmak üzere) bir ilişki kurmayı umarak hesap yapıyor, ama eğer tahmin edildiği gibi İsrail’i karşısına alarak bunu yapmaya kalkarsa Trump’ın hangi yönde tercih kullanacağını ve “kızarsa” neler yapacağını kestirmek kolay. Malum, ilk başkanlık döneminde Trump CAATSA da dahil, Türkiye'ye üç kez yaptırım uygulamıştı. Ankara’da hesaplar yeni başkanın görev teslim töreni olan 20 Ocak’a kadar Suriye’de mümkün olduğunca askeri ve (Şam’da) siyasi alan kazanımı sağlayarak Washington’la pazarlık marjını artırma üzerine kurulu, ama yıl içinde görülecek ki ABD’nin SDF/YPG desteği üzerindeki anlaşmazlık muhtemelen zirveye ulaşacak. Çünkü ABD’nin ne IŞİD’lilerin tutulduğu cezaevi ve kampları YPG’den alıp TSK’ye veya HTŞ kontrolüne vermesi mümkün, ne de (İran bir sonraki hedef olarak temayüz ettiği için) Suriye’den Amerikan askerlerinin tamamen çekilmesi söz konusu olacak.
Bir başka “bilinmeyen", ama gerilim habercisi ise, İsrail’in gerek Ankara-HTŞ gerekse Ankara-YPG ilişkilerini sürekli gözlem altında tutacağına dair net işaretler.
Kısacası, Suriye, iç kavganın kolay kolay yatışmayacağı “belalı topraklar” olarak 2025’te Türkiye’yi çok ciddi bir krize sürükleyebilir.
- “Süreç”:
MHP lideri ve ittifak ortağı Bahçeli’nin başlattığı “diyalog süreci” hem Suriye hem de iç politikadaki kalıcılık hesapları ile bağlantılı. Erdoğan ve Bahçeli, Öcalan ile pazarlığı “önce silah bırakın” gibi maksimalist bir noktadan başlattı. Aynı duyuru “ya kendinizi tasfiye edin, ya da..” ifadesiyle PYD/YPG milislerine de yöneltildi.
İktidar bu hamlelerle Suriye’de artması öngörülen İsrail nüfuzuna karşı ön almak; içerde de 57 vekile sahip DEM partiyi anayasa tartışmalarına çekerek CHP’yi iyice felç etmek; Suriye/HTŞ havucuyla muhazafakar partileri (GP, SP, hatta DEVA) fiilen entegre etmek iktidarı en az bir dönem daha tahkim etmek için yapmış durumda. Öcalan’ın da devreye alındığı bu “sürecin” nasıl evrileceği şimdilik bir muamma, ama 2025’te kuvvetle muhtemeldir ki (tarihte herhangi bir uzlaşma kültürü olmayan) Ankara’nın asimetrik güç tehdidi veya uygulamaları sürdükçe Kürt hareketi içinde ayrışmalar da gündeme gelebilir, tıkanma da olabilir.
Herhalde aritmetik hesap, an azından AKP-MHP-DEM-HUDA-PAR toplam oylarını sağlamak üzerine kuruluyor. Bu açıdan 2025’te ilginç sahnelere tanık olacağız. Bunca yıldır muhalefetin zalim, faşizan gibi kavramlarla nitelediği, cezaevlerinde siyasi mahpusları yıllardır tutan bu iktidarın birdenbire demokrat kesilmesindeki “anomali”, ayrıca bunun dünya pratiğindeki benzersizliği de şüphelere şüphe eklemekte.
Bir hatırlatma: Öcalan’ın “silah bırakımı için sinyali” Mart 2015’te Diyarbakır’da okunmuş, dört ay sonra Erdoğan, seçim yenilgisi ve Ankara’da siyasi havanın kararması üzerine süreci bitirmişti.
2025’te de Erdoğan’ın bir gözü anketlerde olacak, çünkü ilk kez derin ekonomik krizin seçmeni sarstığı bir ortamda, ayrıca yine Öcalan’ın başat rol üstlendiği, Suriye’de ise YPG’nin geçiş sürecine paydaş olma taleplerinin kesintiye uğramayacağı bir “süreç” yönetiyor olacak.
- Ekonomi:
2025’te enflasyonun kontrol altına alınması, ekonominin en büyük sınavlarından biri olmaya devam edecek. Türkiye, son yıllarda yüksek enflasyon oranlarıyla mücadele ediyor. Merkez Bankası’nın bağımsızlığı ve faiz politikaları üzerindeki siyasi etkiler, piyasalarda belirsizliği artırabilir. Eğer sıkı para politikaları uygulanmazsa, enflasyon hem üreticiler hem de tüketiciler üzerinde baskı yaratmayı sürdürebilir. Ancak, hükümetin büyümeyi teşvik eden gevşek politikaları tercih etmesi durumunda, uzun vadede ekonomik istikrar daha da zarar görebilir.
2025, Türkiye ekonomisinin yeniden yapılanma ve reform fırsatlarını değerlendirmesi gereken bir sınav yılı olacak. Ancak, kısa vadeli popülist politikaların ve yapısal reform eksikliğinin sürmesi durumunda ekonomik büyüme sürdürülebilir olmayabilir. Kimi uzmanlar hükümetin 2025’te artık enflasyoınla mücadeleyi — yani sahayı— terkedeceği, yapısal reformların da beklemede kalacağı öngörüsünde bulunmaktalar.
Doğrudan yabancı yatırımların (DYY) artması da 2025 için kritik bir hedef. Ancak, hukukun üstünlüğü konusundaki sorunlar yatırımcı güvenini zedelemeye devam edecek. Bunun sonucunda işsizlik oranlarının düşürülmesi ve istihdam artışı da yavaşlayacak gibi duruyor.

Agrandissement : Illustration 1
